30 Nisan 2008 Çarşamba

ööfs.

Yakında herkeslerin şu yandaki american apparel mankeni gibi gözükmeye başlayacağından korkmaya başladım. Nerden patladı bu sefer tam olarak kestiremesem de, erlend oye'nin büyük etkisi oldu sanırım bu kimilerince GEEK kimilerine göre NERD modasının dünyamızı ele geçirmesinde. Açıkçası ben şimdiden sıkıldım, sağda solda gördüğüm iri gözlükleriyle seksi gözükmeye çalışan derinliksiz ablaların yanlarına da kitaplar dizdiği avatarlarından. Geçen cumartesi peyote'de kocaman yuvarlak gözlüklü en az 8 erkek gördüm. Benim de gözlüklerim var, benimkiler de kocaman anasını satayım, ama ben onları takarken KANKAM bile bana babane diyordu ulan bunlar nasıl moda oldu ya:(((, zaten kör talih yüzüme hiç gülmediğinden ben yaklaşık iki sene evel görmeyip - bi gözüm 4 bi gözüm 5 derece olmak suretiyle miyop birisiyim - o gözlüklerin üzerine bi güzel oturmuştum ve o günden beri iflah olmaz bir biçimde yamuk duruyorlar. Niye yenisini almıyorsun eh gerizekalı dostum derseniz, bir diğer talihsizlik olarak yüzüm çok küçük hiçbir gözlük tam olmuyor OLM YAA. eski gözlüklerimi de yüzüme uymalarının sevinciyle kendimi kaybedip VALENTINO olmalarına rağmen satın almış olmam da ayrı bir yürek acısı.

Buna ek olarak alternatif camiada yükselen yoğun Kylie Minogue ilgisi de beni korkutuyor ve bu acayip ilgi bende de mevcut. Aynı şekilde Enrique Iglesias konserine de gitmek istiyordum, mantıklı sebeplerim vardı kendimce; adamın hem seksi hem de SÜREKLİ AGLAYACAKMIŞ gibi olan bakışlarına dayanamıyordum. Neyse gidemedim o konsere; ama sonra tvde gösterdiler biraz, zavallı enrique sahnede mustafa sandal gibi duruyordu. Sahnenin her türlü görsel efektten yoksun olması ve yüzüne patlayan beyaz ışıktandı sanırım, seksi seksi bakamaz olmuştu. Kim bilir belki de lenslerini takmayı unutmuştu? İyi ki gitmemişim abi.

Son olarak, bu yaz gitmeyi planladığım her güneşli etkinlikte en az 350 adet de wayfarer görmezsem bileklerimi kesmek niyetindeyim. Teşekkürler.

28 Nisan 2008 Pazartesi

borç // haraç

minnet borcunun sınırlarını belirlemek gerekli. bunun bir hassas teraziyle ölçülmesi ve ona göre hareket edilmesi gerekiyorsa, sanıyorum ben gerekeni verme yeteneğine sahip olamadığımdan yanlış yerden yüklenip kendimden bir şeylere zarar veriyorum. anne-baba, özellikle anne tabi, çocuk büyütürken normal bir insan olmaya devam edebilmiş kaç tane anne var piyasada bilmiyorum (feysbukta arattım; çocuk yetiştirdikten sonra aklını kaybetmeyen kaç anne kaldık? diye ama henüz yeşermemiş bu grup, belki de kurabilecek kimse kalmadı diye), neyse. peki çocuk, hayatının yüzde kaçını annesine verdiği zararların vicdan azabını çekerek yaşarsa bu suçluluk duygusundan kurtulur veya gerçekçi yaklaşıp bu benim suçum değilki lan derse kendisinden nefret etme ve insanlığını sorgulama sürecini ne zaman atlatabilir. minnet borcunu ödemek için ne yapsak fayda eder. annemiz onun gibi bir anne olacağımızı hayal ettiğinde gururlanacak kadar düşüncesiz, onun gibi bir hayatı seçtiğimizi gerçekten görebildiğindeyse ağlayacak kadar pişmanken ve kendi içindeki bu çelişkilerin herbiri bize gözlerimizi açtığımız andan itibaren zarar vermeye başlamışken, onun hastalıklı hayatının yükünü de taşıyan bizler (biz?) sağlıklı bir hayata kaçacağız derken annemiz-babamız üzülmesin diye illaki birine mi varmalıyız, ya da herhangi uzaklara yardırmak zorunda mı kalmalıyız hep. peki iş haraca vardığında içimde kabaran ve bir yandan yeni vicdan azaplarına yol açan öfkeyi kime yönlendirmeliyim. aile kadar hastalıklı bir konsept ömrümde görmedim. sıkıcılığımın baharındayım.

27 Nisan 2008 Pazar

so called hüzün bekçisi

plagiarismden içeri girerim diye korktuğumdan burda küçük bi açıklamayı uygun buldum. blogun adını seçmemde gönülden desteklerini esirgemeyen; marquez'ye ve bütün hüzünlü orosbularına, ek olarak miladdan önce cemil ile tanısmamıza vesile olan pozan'ın "hüzün bekcisi ağlayan melek, penceremin kenarında yine" şiirine sevgilerimi sunuyor ve onları bağrıma basıyorum. (şiir elbetteki bu kadar değil, ama bilincaltım muhtemelen yaşanılan şokun etkisiyle devamını yok etmiş)

26 Nisan 2008 Cumartesi

cop

bu dönem tll'de okuttukları her roman birer baştacı benim için. hepsini okurken vicdan azabı çekiyorum. bugüne kadar okuduğum bütün ıvırzıvırlar -cok entellektüel sanıyordum o esnada- için kendime kızıyorum adeta.
okuduğum herşeyden ayrı bir kabus görmem ama genelde okumaya başlamadan önce görmem de bu işe daha saçma bir boyut katıyor. şafak'ı okuyorum bugün, dün başladım.
üç gün evel rüyamda(kabusumda), yer altı gibi bir yerdeyiz, taşın üzerindeyim. rüyanın bir başlangıç noktası varsa, o da çıplak ayağımın altındaki boku hissetmem sanırım. doğru düzgün iğrenemiyorum bile, garipçe kanıksanmış bir durum söz konusu. erkekler de var kadınlar da. tuvalete girmem lazım. sıkışmak dediklerinden. ama bir anda recme mahkum ediliyor bütün kadınlar. içerisi zaten bir hapishane gibi, recmi yapacak olanlarsa erkek mahkumlar. gitmek istemiyorum. henüz alana yollanmamış tek kadın benim. gitmemek için karşıma çıkan ilk görevliye yavşaklıklar yapıyorum. sevimliyim ya, belki beni beğenir de yollamaz. derdim taşlanmamak değil, onca erkek tarafından aşağılanma fikrine katlanamıyorum. bir yandan kadınları toplayıp bir şekilde boykot edebilir miyiz diye düşünüyorum, işe yaramayacağını tahmin ederken uyandım.
şafak'ı okurken gençlik ateşiyle geriliveriyor insan, ayağımın altında olmayan bokun ezikliğini duyuyorum.

25 Nisan 2008 Cuma

hellü

giden yazılara üzülemedim.
bugün cemil için sakladığım penguenlerden birinin üstünde mantı yedim.
ama hiç dökmedim üzerine merak etme yani.